PATATESLİ POĞAÇA VE PINK FLOYD
Ahmet Burak ZAMBAK
Tıp fakültesinin ilk yılıydı. O zamana kadar Anadolu’nun iki küçük şehrinde vaktini harcamış toy bir delikanlı için, İzmir’e ve ışıltılı hayatına adapte olmak, tahmin edersiniz ki pek de kolay olmadı.
Akademik takvimin ilk iki haftasında bünyesindeki “yarı özel yurdu” açmaya vakıf olamayan devlet üniversitemiz var olsun, uzun zamandır görüşemediğim aile dostumuzun evinde iki haftalık misafirlik sonucu, onlarla da hasret gidermiş olduk. Her sabah saat 07:10’da Şirinyer’den geçen 515 no’lu otobüsün içindeki insanların pek tınaz bir tepeden geldikleri aşikardı. Anadolu’nun iki küçük şehrinde edindiğim düstur gereği olsa gerek, yaklaşık kırk beş dakika süren otobüs yolculuğunda , genelde ayakta başlar ve ayakta tamamlanırdı, tutunmak için otobüsün tavanına sabitlenmiş tutamaçlara elimi kaldırdığımda açılacak belimin görünmesini dahi absürt karşılayan bir mutaassıp toy olduğum dönemde, beyaz atlet giymeyi de metalci alt kimliğime yediremediğimden, siyah atletimi giyip pantolonun içinden çıkmayacağından emin olana dek sokuşturarak, İzmir’in yazdan kalma Eylül sıcağında pastırma gibi terleyip, bulunduğum otobüsün kendine has aromasına katkı sağlardım. Kulağımda çalıp duran Metallica’nın Creeping Death şarkısındaki İbraniler, köleler, Firavunlar ve kuzu kanı figürleri benim için çok yabancı kavramlardı, en azından o dönemler.
Neyse ki bu dönem çok uzun sürmedi ve bünyesinde var olduğum devlet üniversitesi barınma ihtiyacımı daha makul mesafeler içinde gidermeyi başardı. “Yarı özel bir yurdun” iki kişilik bir odasında, saçlarımı uzatma kararımı perçinleyecek boyutta saçlarıyla ve kendine has “usta” hitabıyla hatırladığım oda arkadaşımla günleri devirmeye başladık. Henüz yatılı liseden yeni çıkmış bir yeni yetme için hatırı sayılır konforun yanı sıra içimden bir türlü atamadığım disiplin huyumdan bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Sabah 8:30’da başlayan derslerde gördüğümüz “Lise-3 Biyoloji v2.0” tadında dersler ve ispatı mümkün olmayan ama pedagojik formasyon aldıklarına dair yemin edebileceğim hocalardan sıkılmam çok sürmedi.
Badi ile tanışmamız da bu sabahlardan birinde gerçekleşti. Kendisi Golden Retriever ve Labrador kırması görünümü taşıyan, sokakta her gün karşılamanın mümkün olmadığı, kulağı küpeli, sarı tüylü bir köpekti. Kahvaltıdan aşırdığım bazen iki dilim ekmek, bazen yanına aşırdığım bir haşlanmış yumurtayı ikram edip amfiye yönelirdim. İki üç kez amfiden çıkış saatimde denk gelip yarı özel yurda beraber döndükten sonra ders programımı kendi içgüdülerine kodladı ve her gün yaklaşık beş yüz metrelik yolumda yol arkadaşlığımı yapmaya başladı. Şimdi dönüp baktığımda bir köpeğe çok ulvi anlamlar yüklüyor olabilir miyim diye düşünmekten kendimi alamasam da aramızda bir bağ olduğunu da epey hissettirmişti tüylü topaç.
O zamana dek sevdiğim müzik ile sahip olduğum enstrümanın uyumsuzluğu nedeniyle klasik gitarı palm mute tekniği ile çalıyordum. Palm mute tekniğini özetlemek gerekirse gitarın alt eşiği ile tellerin bitişme noktasına elinizin hipotenar kısmını koyup teli dakikada yüz uygun adımla yürüyen bir asker edasıyla döverek çıkardığınız ses diyebiliriz. Yazıya dökmek gerekirse “ramp damb bamb bamb bamb bamb” gibi bir karşılığı olacaktır ama duysanız emin olun unutmazsınız. (bkz. Metallica- Enter Sandman, Black Album Stüdyo versiyonu, 24. saniye) Bir elektro gitara sahip olmamanın verdiği dezavantajla birlikte, elektro gitarist olarak girdiğim amatör müzik grubundan kibarca kovulmam çok uzun sürmedi. Yerime getirilen elektro gitaristle yaşanacak entrikalar sonucu tekrar gruba alınıp, yedek oyuncumun yaşadığı entrikaların aynısını grubun kadın vokaliyle yaşayıp, bu sefer grubun dağılmasına yol açmam da, çok uzun sürmedi. Bu dönemdeki detaylar bir başka yazının konusu dahi olmayacak kadar ergence olduğu için pas geçiyorum.
Tüm bu entrikaların yaşandığı dönemde nihayet edindiğim elektro gitarımı da tekrar aldığım fiyattan satamamış olmanın verdiği hüzünle giriştiğim yeni grup arayışları Bornova’da sınırlanmış hayatımı Alsancak dolaylarına taşıdı. Artık amfi ile bağlantım haftada iki ders saatine düşmüş, Bornova’da geçirdiğim sınırlı zamanın çoğu yarı özel yurt odasında uyku ve her zaman takıldığım kafenin garsonu olan arkadaşımın yanında fahri garsonlukla geçer olmuştu. Yine Alsancak’ta olmadığım ve çay bardaklarını ‘klorak’tan geçirip kafeyi kapattığımız bir gece, garson arkadaşımla şarap içmeye karar verdik. Anatomi laboratuvarının hemen yanında, banklarda yavaş yavaş şişenin sonuna gelirken, kadavraların aslında ne kadar ulvi insanlar olduklarından, yaşarken zarar veren onca insan varken öldükten sonra bile faydalı olabildiklerinden dem vurmaktaydık. Sonradan edineceğim “masaya ikinci şişe gelirse hayır getirmez” düsturu daha o zamanlardan benimleymiş meğer. Aldığımız ikinci şişenin yarısını içmiştik ki son metroyu kaçırmamak için yanımdan ayrılan garson arkadaşımdan sonra, şişenin geriye kalan yarısını tek başıma tükettim. Sonrasında fakülte hastanesinin gece idaresine gidip kendimi kadavra olarak bağışlamak istediğimi söyledim. Nöbetçi memurun cevabını çok net hatırlamıyorum ama “ayılıp öyle gel” minvalinde bir cümle olduğunu tahmin ediyorum.
Ayılmadan önce, alkol hipoglisemisini bastırmak için poğaça almak üzere yöneldiğim kafeden çıkarken aklıma Badi geldi. Kendime aldığım zeytinli poğaçaların yanına iki tane de patatesli poğaça ekledim ve yarı özel yurdun yolunu tuttum. İzmir’in sert rüzgarlı ve anormal yağışlı kışı geride kalmış, gece hava sıcaklığı herhangi bir Doğu Anadolu şehrinin gündüz gölge sıcaklığı ile yarışır hale gelmişti. Tabi bunu fırsat bilen akranlarım yarı özel yurdun orta bahçesinde saatin sabaha karşı dört olmasını pek önemsemeyerek gitarlar çalıp şarkılar söylemekte, benim o zamanlar çok beceremediğim şekliyle flörtleşmekteydiler. Bense yarı özel yurdun bahçesine, elimde poğaça poşeti ile girip, dilim döndüğünce “Badiiiiiiii” diye bağırdım. Aradan geçen on beş saniyelik sessizlikten sonra betona vuran patileri ve yüksek heyecanının verdiği takipneik solunumu ile dostum, çıkageldi. Elimdeki poşetten patatesli olanları önüne koydum, yemesini izlerken biraz sever, sonra gider yatarım düşüncesinde iken Badi beklenmedik bir hareketle poğaçaları aldı ve kaçmaya başladı. Ben de arkasından seveceğim diye kovalamaya başladım. Yakalayamayacağımı anlayınca iki kişilik odamın yolunu tutup uykuya daldım. Bu olayı burada yazdığım netlikle o dönemlerde bir arkadaşıma anlattığımda “hadi ya o sen miydin? Biz çok güldük vallahi o gece” cevabı da ayrı bir baharat katıyor hafızama.
Seni yıllar sonra o kadar iyi anladım ki Badi, aşağıda çevirisini aktardığım şarkıyı o zamanlar keşfedip seni o gece anlayamadığım için çok üzgünüm. Muhtemelen bir yerlerde gübre olmak üzeresindir şimdi. Kanatlı Labrador ’um benim…
Çıldırmış olmalısın, bir ihtiyaç içinde,
Parmak uçlarının üstünde uyumalısın caddede,
Gözlerin kapalı kapabilmelisin kolay eti,
Rüzgarın yönünde yokuş aşağı sessizce gözden yitmelisin,
Doğru zamansa, düşünmeden, darbeyi indirmelisin. (Pink Floyd, Dogs, Animals, 1977)
Anahtar kelimeler: Pink Floyd, Animals, Dogs, Tıp Fakültesi, Gitar, Palm Mute, Ege Üniversitesi, Öğrenci Köyü