Zeynep GÖKCAN ÇAKIR
Ekim 2021-Erzurum
Türküler var ya… Düğünlerimize halay, bebemize ninni, yasımıza ağıt, kahramanlığımıza marş, sevgiliye yalvarma, sevmediğimize ilenme olan türküler… İster geleneksel ister modernize edilmiş versiyonu olsun, tamamen bizden halleri dillendirdiği için midir, nedir bilmem özellikle de yaş kemale erdiğinden beri, en çok içime işleyen, ruhuma en çok dokunan yol arkadaşları oldular. O yüzdendir belki, insanın yüreğini titreten bir sesin arabanın radyosundan “Açma yaram derin derin/ Dermanını bilen gelsin/Açma yaram derin derin/Dermanını bilen gelsin/Başka tabipler istemem/Beni derde salan gelsin/ Beni derde salan gelsin” diye diye ettiği feryat, trafik, iş, güç, çocukların okulları, akşama ne yemek yapılacağı gibi yığınla yorucu uyaranla adeta hissizleşmiş beynime hiç beklemediği bir sinyal gönderdi. Muhtemelen türküde geçen tabip sözcüğü bastı düğmeye… “Başka tabipler istemem/Beni derde salan gelsin” Dalıp gittiğim düşüncelerden o ana ışınlandım, beklenmedik etkilenmeyi sonlandırmak için dalga geçmeyi denedim. “Ooo…Başka tabipler istemezmiş…Hımm, hekim seçme özgürlüğünü kullan bakalım…” Bu denenmiş, başarılı bir yöntemdir benim için ama bu sefer işe yaramadı biliyor musunuz? Hala boğazımdaki düğümlenme devam ediyordu. Tuttum frekans düğmesinin kulağını çevirdim, hızla bir haber kanalına geçmeyi denedim…Tek düze bir erkek sesi “……pragmatik bir yaklaşım olduğunu ifade eden hükümet sözcüsü …… “diyordu ki aynı hızla geri döndüm türküye… “…. Ömür bir nefes arası/ Size de gelir sırası/Bu yara gönül yarası/Dermanını bilen gelsin..” O anda anladım niye çarpıldığımı… Günlerdir bilinç altımda aynı şeyleri akort edip duruyordum. Doğru tele basmıştı bu türkü, ondan titremişti yüreğim…
Yaşam, ölüm, var olmak, insan olmak, yaralanmak, yaraları onarmak, otamak, tedavi etmek ve hatta tedavi edememek…. İnsan ömrüne omuz vermek veya verememek… On yedi, on sekiz yaşın yarı çocuk yarı yetişkin kafasıyla girdiğin yola orta yaşın olgunluğundan bir bakış atmak, durduğun yeri sorgulamak… Çeyrek asrı devirdikten sonra bu meslekte, gittiğin yolun bir arpa boyumu yoksa ondan da mı az olduğunu ölçüp biçmeye çalışmak… Yüce Yaradan’ın “şafi” sıfatı için aracı olmak, şifacı olmaya çalışmak… Hekim sözcüğünün gönderme yaptığı “Hikmet”in altında iki büklüm olmak, tabip sözcüğünün içindeki “bilim ve bilgi yükünü” taşımak zorunda olmak… Çok daralırsan “doktorluk da yüzlerce profesyonel meslekten biridir yalnızca” düşüncesine sığınmak… Hatta sırf bu yüzden, daha az sorumluluk hissettirdiği için, “otacı” tabirine daha yakın hissetmek… Yasa koyucular neredeyse yüzyıldır değişmeyen “Tababet ve Şuabatı San’atının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun” dan söz edip durur, sanatımı nasıl icra ediyorum ki acep ben? Ya da sanatçı mıyım ki? Yoksa “hep ve daima sanat öğrencisi olarak mı kalacağım” diye sorup durmak…
Özetle, dünya ve ülke gerçeklerinden bağımsız, sağlık politikası, sağlık ekonomisi, sağlık turizmi gibi konulara bigâne yalnız ve yalnızca insana, insan yaşamına, yaşamın “bedenen, ruhen ve sosyal yönden iyiliğine” dokunmakla ilgili “sağlamlıkla” ilgili kaygılar. Popüler kültürün baş psikiyatristi Yalom; “Sadece yarası olan bir şifacı hakikaten iyileştirebilir” diyor ya bir romanında. Bilemiyorum, onun kadar emin olamıyorum ben bu konuda… Aslında bizim yerleşik kültürümüz de aynı şeyi sık dillendirir, milletçe damdan düşmeyenin halden anlamadığını varsayarız. Ben bunu bu kadar keskin söylemek yerine Murakami’nin tespitine, tezine daha yakın hissediyorum. “…İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi…” diyor bir romanında kahramanı üzerinden… Ben de buna evet, evet, evet diyorum ve ekliyorum şifacılar da buna dâhil…